Kadın Oyunları Okumaları” adı altında GÜZELİM CAFE’de sergiledi

Sıradaki içerik:

Kadın Oyunları Okumaları” adı altında GÜZELİM CAFE’de sergiledi

e
sv

Muzaffer İlhan Erdost TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu Başkan

30 Mart 2017 21:23
avatar

hclife

  • e 0

    Mutlu

  • e 0

    Eğlenmiş

  • e 0

    Şaşırmış

  • e 0

    Kızgın

  • e 0

    Üzgün

“Kutludoğum” Anayasasına Hayır
Muzaffer İlhan Erdost
TİHAK / Türkiye İnsan Hakları Kurumu
Başkan
Günün, günümüzün acılarından,
gözyaşlarından, dökülen kandan,
kaybolan candan,
oğlunun tabutu başında “Suriye bizim neyimize!” diye sorgulayan
acılı babaların,
ağlayan annelerin,
babasının tabutu dibinde suskun çocukların
kederli bakışlarında,
soluk almakta zorlandığımızı anımsatarak…
​12 Eylülün 30. yılında (12 Eylül 2010’da), Anayasanın, Evren ve komutanlarının sorgulanmalarını ve yargılanmalarını kısıtlayan geçici 15. maddesinin kaldırılması dahil, bazı maddelerin değiştirilmesi için yapılan halkoylamasında:
1. Laik Cumhuriyet yerine, teokratik cumhuriyetin yolu açılmak istendiği için;
2. Ülkeyi, içersine çekildiği karanlıktan ve kaostan aydınlığa çıkarmak için;
3. Cemaat cumhuriyetlerine, Anayasada yol açmamak için;
4. Yeni-Sevr hükümetlerine kapıyı aralamamak için,
“Tayyip Erdoğan anayasasına” “hayır” sloganıyla katılmıştık. (Cumhuriyet, 11 Eylül 2010.)
Ertesi gün, yani 12 Eylülün 30. yılında, siyasallaşan islamın, silahlanan irticanın ve “On yıldır sayemde orda duruyorsun!” diyenlerin; “çorbada tuzum bulunsun” misali “yetmez ama ‘evet’çiler”in “evet”i, “evet”e şablonlanmışların “evet” oyu, Başbakan Erdoğan’ı aile efradıyla birlikte Balkon’a çıkarmaya yetmişti.
Başbakan Erdoğan, bu kez “kefen”iyle değil, “Beyaz Gömleği”yle çıkmıştı Balkona. Balkonun altında, Cemil Çiçek, Meclis Başkanı, “Bu, bizim anayasamız!” demişti. Sonra eklemişti: “Bundan önceki Anayasalar bizim değil!”
Cemil Çiçek’in, “Balkon” altında, “Bu, bizim!” dediği Anayasa, laik Cumhuriyetin anayasasıydı ama, sözün gelişi, “taşıran damla” olan “evet” oyları, değiştirilen Anayasa maddelerine değil, “referansı islam” olan Başbakan Erdoğan’a verilmişti. Cemil Çiçek, laik olan anayasa ile referansı islam olacak olan anayasalar arasındaki asma köprüyü anımsatmış, üstünü tamamlamamıştı. Ama önümüzde şimdi iki anayasa olduğu açıktı. Biri referansı “islam” olan “bizim olmayan” bizim anayasamız; öteki “laik” olan ve “bizim olan” bizim anayasamız. Referansı “islam” olan Anayasa ile kendisi “laik” olan iki anayasa arasında, “kara kedi” misali, adına “cumhuriyet” derler, yurdun neresine gitseniz, kentin en yakışıklı yerinde, yakışıklı bir heykelle bütünleşen yakışıklı biriyle, yani “Cumhuriyet”imizle karşılaşırsınız.
1982 Anayasası, Madde 1’de – “Türkiye Devleti bir Cumhuriyet’tir” yazılıydı. Burada yazılı “Devlet” ise, 1982 Anayasası, Madde 2’de “… demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak “kalıplanmıştı”. Yani “Cumhuriyet” ile “laik devlet”, bir bütündü. Biri yoksa, öteki olmayacaktı.
Halkoyuna sunulan ve oylanacak anayasada, “Cumhuriyet” ile “laik” devlet birbirinin olmazsa olmaz öğeleriydi. Referansı “islam” olan Erdoğan’ın “Cumhurbaşkanı” olarak sıkıntısı da buradaydı. Dışardaki sorular, Sarayda, “muhtarlar” toplantısında kendisine yanıt bulmuştu. Erdoğan, gene “cumhuriyet” olacak demiş, bunu bir iki kez yinelemiş, dinleyenlerin yüreklerine su serpmişti.
Bu, sorunun yanıtı olabilir miydi! “29 Ekim” değil, 28 Ekim 1923 günü akşamı Meclis Başkanı Mustafa Kemal, “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demiş, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmişti. Kısacası, zaten rejim cumhuriyet’ti. O günden bugüne anayasasıyla, yasasıyla Cumhuriyet, Anadolu için ise oldukça eskiydi. Selçuklu devletinin çözüştüğü, Moğol sultasının Anadolu’dan elini çekmeye başladığı süreçte, Ankara, henüz, kent, kır, zanaat ve ticaretini elinde tutan ahi örgütünün askeri anlamda da koruması altındayken “cumhuriyet”ti ve adı üstünde Ahi Cumhuriyeti’ydi. Mustafa Kemal’e cumhuriyeti Ankara’da ilan etme ilhamını veren de bu ahi cumhuriyeti olmuştu. Ama 1923’te ilan edilecek bu “cumhuriyet” yarın “Cumhuriyeti ilan edeceğiz” söyleminde somutlaşan Cumhuriyet değildi. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinde fiilen ilan edilmiş olan Cumhuriyetti. Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde vurguladığı gibi, “birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin, büyücülerin, falcıların, üfürükçülerin, muskacıların egemen olduğu cumhuriyet değil emekçi halkın çiftçilerin, zanaatçıların, esnafın, kısacası tüm bir ulusun bağmsızlık ve özgürlük iradesinin temsil edildiği meclisti.
Erdoğan’ın “yeni” anayasasıyla gerçekleştirmeyi tasarladığı cumhuriyet, hükmü henüz elinden alınamamış, 23 Nisan 1920’de fiilen, 29 Ekim 1923’te yasal olarak kurulan Cumhuriyet olamazdı. Erdoğan’ın “cumhuriyet” olacak dediği “cumhuriyet”in, 23 Nisan 1920’de fiilen kurulan cumhuriyetin yerine, onbeş yıldır, Kutludoğum kutlamalarıyla, Erdoğan hem saklayıp hem de etekaltından sopa gösterir gibi, “Sevgili Peygamberimizin özünde barış ve adalet olan Kutlu mesajı”nda somutlaşan “dindar” bir cumhuriyet amaçladığı açıktı.
Amacı neydi diye sorulacak olursa, yanıtı, esen rüzgarda değil, sıradan bir imam-hatip öğrencisinin erişebileceği referansındaydı. Referansı ise İslamdı. Göğsünü gere gere söylemişti referansının islam olduğunu. Bunun için de ağaca yaslanmamış, kula yaslanmamış, Allaha yaslanmıştı.
Sabah-akşam, beşvakit Allaha yaslanmış, “Kardeşlerim, diye seslenmişti Siirt Konuşmasında, biz, bilin ki, altı asır nasıl üç kıta yedi iklime hükmettiysek, Allahın izniyle yeniden üç kıta yedi iklime hükmedeceğiz. “Nedeni de açıklanmıştı: “Bu millet, bu millet asildir, bu millet şereflidir, bu millet haysiyetlidir.”

Asil, Şerefli, Haysiyetli…

Geçen gün Sözcü’de, Yılmaz Özdil’in “Kanı bozuk öyle mi?” yazısında okumuştum, bu milletin niçin asil, neden şerefli, niye haysiyetli bir millet olduğunu! AKP’li bir belediye başkanı, “İçimize kanı bozuklar, sütü bozuklar sızdı, 1923’te koskoca 650 yıllık çınara darbe yaptılar, cumhuriyet kuruldu!” sözlerinde mündemiçtir niçin, neden, niye! Şaşırmamak da gerekir. Çünkü Konya’da, eski Konya ile yeni Konya’yı birleştiren büyük caddesinin adını da bir belediye başkanı, Konya Belediye başkanı koymuştu, adı: İzzet Begoviç Caddesiydi. İzzet Begoviç, ölmeden çok once, Mustafa Kemal’i, anlı-şanlı koskoca imparatorluğun yerine bu “itibarsız” cumhuriyeti, bu devleti kurmuş olmakla karalamıştı.*

*Halifeliği ortadan kaldıran laik Türkiye ve onun öncüsü Mustafa Kemal, İslam radikalizminin günümüzde de baş hedefi olma özelliğini korumaktadır. Bosna islamcıların lideri Aliyah İzzetbegoviç, Kutb’un bağnaz izleyicilerinden biriydi. 1970 yılında yayınladığı İslami Bildirge’de “modernistlerin başarısızlığının simgesi, reformlarıyla Türkiye’yi ancak ‘üçüncü sınıf bir ülke’ yapmış olan Atatürk’tür.” diyordu. (Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, Onur Yayınları, Ankara, 2007, s. 123.)

​Ne var ki, Türkiye Cumhuriyetinin itibarsızlığını değil, “milletin asil, şerefli, haysiyetli bir millet” olduğunu kanıtlayacak yeni bir yasa tasarısı vardı halkın önünde. Bu yasa tasarısı, yasaların anası olacaktı. Tasarıya halk evet derse, “kanı bozuklar”ın, “sütü çürümüşler”in “darbe” ile kurdukları Cumhuriyetin çanı çalmaya, 23 Nisan 1920 meclisi, “29 Ekim 2023’te kurulması planlanan “Kutludoğum Cumhuriyeti”nin kurucu meclisinin kuruluşunun kutlanacağı meclis olacaktır.
“Kutludoğum”un ne olduğu, nerden çıktığı sorulacak olursa, ilerde “Allah’ın vasıflarına sahip” olacak İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Siirt Konuşmasında, Sol’un söylemiyle, “Siirt Manifestosunda” yıllar öncesinden duyumsattığı “kurtuluş”un, “Kutludoğum” olduğu anlaşılacaktı.

Kurtuluş ve Kutludoğum

Siirt Konuşmasında, Erdoğan, “Kutludoğum”la ilgili amacını ve hedefini şöyle açıklamıştı: “Kutludoğumlar sancılıdır. Her kutludoğumun öncesinde sancı vardır. Ama biliniz ki, o sancılı doğumda bir kutlu dönem vardır. İnşallah o dönemler o kutludoğum sancılarıdır ve inşallah bir dönemin başlangıcı olacaktır. Hiç endişeniz olmasın.”
“Kutludoğum sancıları”nın, “bir dönemin başlangıcı olacağından” bizim de endişemiz olmamıştı! Ama bu “doğumun”, aydınlık bir dönemin değil beşbin yıllık karanlığın yeni bir başlangıcı olacağını sezinlediğimiz için kaygıya kapılmaktan kendimizi alamamıştık. Dün de, bugün de.
“Kardeşler, demişti Siirt Konuşmasında Erdoğan, biz, şunu bilin ki, altı asır nasıl üç kıta yedi iklime hükmettiysek, Allahın izniyle yeniden üç kıta yedi iklime hükmedeceğiz.”
AKP’nin “öğretmen örgütü” Şuurlu Öğretmenler Derneği ise, üç kıta yedi iklime yeniden niçin ve nasıl hükmedileceğini, Tüzüğünün “amaç” bölümünde açıklayacaktı:
(1) “İnsanlığın günümüzde derin bir bunalım içersinde bulunduğunu, bu bunalımın temelinde islamsız olarak inşa edilmiş bir dünya düzeni bulunduğunu, dünyanın yeniden ve islamlı inşası için, insanlığın yeni fetihlere ve fatihlere muhtaç hale geldiğini;
(2) Dünyanın yeniden ve islami inşası için: (a) bütün ders kitaplarının Kuran’a göre bir daha (yeniden) yazılmasına; (b) Türkiye’de uygulanan eğitim modelinin, bize ve bizim milli ve manevi değerlerimize ait bir model olmadığı, (c) Uygulanmakta olan bu modelin maneviyatçı değil, materyalist ve batıcı olduğu, (d) Bizi bölmek ve yoketmek isteyenlerin bize dayattıkları bir model olduğu savlanmıştı.

İki Anayasa
Anayasa ve Laiklik

12 Eylülün (1980) otuzuncu yılında, 12 Eylül 2010’da, Evren ve komutanlarının darbeden dolayı sorgulanmalarını ve yargılanmalarını önleyen 15. geçici maddesinin kaldırılması dahil, Tayyip Erdoğan’ın, tasarımında olan ve sonal amacını çerçeveleyen “Kutludoğum Anayasası”nın kaidesini oluşturacak olan değişiklikleri içeren anayasa oylamasında, genel seçmen sayısının %41.86’sının, katılan seçmen sayısının %57’sinin “evet” oyunu aldığı zaman, Erdoğan, yukarda da belirtildiği gibi, Balkona, sanal “kefen”iyle değil, “Beyaz Gömleği”yle çıkmıştı. Meclis Başkanı Cemil Çiçek ise balkonun altında, “Bu, bizim anayasamız!” demişti.
Bunu, şöyle de okuyabilirdik: Biri, bizim olmayan, ama bize giydirilecek anayasa. Öteki bizim olmasa da laik hukuk devletini Cumhuriyetin temeline oturtan bizim anayasamız. Farkı nerede diye sorulacak olursa, yanıtı yalındı: Biri, Ecevit’in son Başbakanlığı döneminde, 1982 Evren anayasasının bir kalemde 34 maddesi değiştirilmiş, Kürtçeyi konuşma, yazı ve yayın dili olarak yasaklayan maddeler başta olmak üzere demokratik olmayan maddelerin önemli ölçüde ayıklandığı bir anayasa. Bu değişiklikler, 1982 Anayasasının baskıcı, faşist kimliğinde demokratikleşme doğrultusunda yapılan, yetmez ama evet diyebileceğimiz bir anayasa. Bizim daha sonra da kucağımızda bulduğumuz, önemli ölçüde iyileştirilmiş olan 1982 Anayasasıydı. AKP’nin amaçladığı anayasa ise, İmparatorluğun çökme, çözülme, dağılma dönemlerine, geçmişe yürüyen negatif bir anayasa olacaktı, olması kaçınılmazdı.
Bu anayasanın Abdulhamit ile değil, kesinlikle değil, Mondros Ateşkes Sözleşmesini (30 Ekim 1918) ve Sevr Andlaşmasını (10 Ağustos 1920), tuğralı mührüyle mühürleyen padişah Vahdettin’le özdeş bir anayasa olduğunu, olacağını özellikle anımsatalım:

Sezer: Kaygı Verici

Cumhurbaşkanı olarak Sezer, 12 Nisan 2006’da, Harp Akademileri Konferansında, “irtica tehdidinin kaygı verici boyutlara ulaştığı” uyarısında bulunacak, laiklik ilkesinin, “dinin, toplumsal, siyasal ve hukuksal bir güç düzenleyici olmasını önleyen temel ilke” olduğunun altını çizecekti. Sezer, laikliği, salt din ve inanç özgürlüğü olarak tanımlamanın, (1) Anayasada açımlanan laiklik ilkesinin saptırılmasına, (2) laikliğin sınırlarını aşan din ve inanç özgürlüğünün, devletin ekonomik, sosyal, siyasal ve hukuksal temel düzenini din kurallarına dayandırma özgürlüğü olarak algılanmasına ve (3) bizzat laiklik ilkesinin, laiklik adı altında kendi karşıtına dönüştürülmesinin bir aracı olarak kullanılmak istenmesine yol açacağına dikkat çekmişti.

Laiklik ve Kutludoğum

Cumhurbaşkanı Sezer’in, 12 Nisan 2006’da, “İrtica tehdidinin kaygı verici boyutlara ulaştığı”nı, “Harp Akademileri Konferansında” uyarı olarak dile getirmesinin nedeni, 23 Nisanda, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında, çocukların ulusal egemenlik bayramını kutlamaktan alıkonularak, yerine, aynı okullarda, bu kez Kutludoğum kutlamalarının yapılmış olmasıydı. Sezer, Kutludoğum kutlamalarını, özellikle Ulusal Egemenlik Bayramında, Büyük Millet Meclisinin açılışının simgelendiği günün kutlanmasını, irtica açısından kaygı verici buluyordu.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, (1) 12 Nisan 2006 günlü ve (2) Harp Akademileri Konferansında, “irtica tehdidinin kaygı verici boyutlara ulaştığı” uyarısı, tarih olarak da, anlam ve amacı bakımından da, “Türk Halkının Avrupalı Dostları” bir grup siyasetçi, akademisyen ve yazarın International Heralde Tribunde’de (17 Mayıs 2007) yayınladıkları (bkz: Milliyet/Birgün, 18 Mayıs 2007) mektupta yer verilen “Türk Ordusunun 27 Nisan (2007) Açıklaması”yla örtüşüyordu.
“Türk Halkının Avrupalı Dostları” bir grup siyasetçi, akademisyen ve yazar, “Türk Ordusunun 27 Nisan (2007) Açıklaması”ndan duydukları kaygıları, İnternational Heralde Tribune’de (17 Mayıs 2007) yayınladıkları bir mektupta dile getirmişler. Ben, ertesi gün, evet ertesi gün, Milliyet’te ve Birgün’de (18 Mayıs 2007) okuyarak, bu “Avrupalı Dostlar”ın, “yetmez ama “evet”çilerin öncü kolu olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım.

Laikliğin Kesin Savunucusu

Genelkurmayın 27 Nisan (2007) açıklamasında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin “laikliğin kesin savunucusu olduğu” ve “çağdaş demokratik yaşamın, ancak Anayasanın temel ilkelerine bağlı kalarak korunacağı” değerlendirmesi yapılmış, bu açıklama, içerde ve dışarda, “e-muhtıra” olarak tanımlanmıştı. “Avrupalı Dostlar”ımız hariç değil. “Türk Silahlı Kuvvetlerinin laikliğin kesin savunucusu olduğu” söyleminden, “darbe” anlamı çıkarmışlar; “Cumhuriyet karşıtı irticai faaliyetlerin” “devlete açıkça meydan okuyacak denli ileri gittiğine” vurgulama yapan Genelkurmay açıklamasını “abartılı” bulmuşlardı.
Cumhurbaşkanlığına vedaya hazırlanan Ahmet Necdet Sezer, “Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi izlemiş olan gerici tehdidin, bugün kaygı verecek boyutlara ulaştığı” saptamasını, Meclis Başkanı Arınç “Acı ve insaftan yoksun!” açıklama olarak, Başbakan Erdoğan “Çok çok isabetsiz, çok yanlış bir tespit olarak!” nitelemişlerdi.
“e-muhtıra”, yani Genelkurmayın 27 Nisan 2007 açıklaması ise, gerici tehdidin kaygı verici boyutlara ulaşmasının kanıtı olarak, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı günlerinde, okullarda yaygın olarak kutlanmaya başlanan “Kutludoğum Şölenleri”nin, devletin temel niteliklerini aşındırmaktan başka bir amaç taşımayan irticai faaliyet olduğu görüşünü içeriyordu.
“Avrupalı Dostları”, Kopenhag Kriterlerinin anımsatıldığı mektupta, “işleyen demokrasi” kapsamında, “temel ilke olarak silahlı kuvvetler üzerinde sivillerin kontrolünün tam olması” gereğine vurgulama yapmışlar. Ordunun, “iktidarın tek elde toplanmasını bahane ederek (evet “bahane ederek”) demokratik hükümeti sınırlamış” olmasının Türkiye’nin ilerlemesine ve AB ile ilişkilerine zarar vereceğini, bu “müdahale”nin kendilerini derinden üzdüğünü dile getirmişler.
Genelkurmay Başkanlığının basın açıklaması bizi de çok üzmüştü, ama “iktidarın tek elde toplanmasını bahane ettiği” ve “demokratik hükümeti sınırladığı” için değil, bu hükümeti, demokratik anayasanın çerçevelediği demokratik sınırlar içersine çekmeye, partilerin, kurum ve kuruluşların, bilim adamı, yazar ve sanatçıların, kısacası bir bütün olarak halkın örgütsel ya da kişisel gücünün yetmediği, asker, siyasal sürece bir çentik atmak zorunda bırakıldığı için üzülmüştük.
Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez laiklik ilkesinin, Cumhurbaşkanının (Sezer’in) kimliğinde ve kişiliğinde korunabildiği tek ve son “kale”nin, laiklik karşıtları tarafından “milli irade” zırhına bürünerek “ele geçirileceği” onikiye beş kala, askerin, kendi yasal ve anayasal sorumluluğunu anımsatarak, “demokratik hükümet”in, anayasanın kırmızı çizgileri içine çekilmesini, yani demokratik kurallara uymasını sağlamak amacıyla uyarmak zorunda bırakıldığı için, biz, “Türk Halkının Avrupalı Dostları”ndan çok daha fazla üzülmüştük.
İrticanın / körinancın egemenliğine kapıların aralanacağı nitel dönüşüm anına, laikliğin “elde bomba” patlayacağı ana yaklaşıldığı, sanal değil somut “müdahale” koşullarına dakika-dakika yaklaşılmış olmasına karşın, dışardan (Meclis dışından) yapılan uyarıların ve içerden (Meclis içinden) sürdürülen arayışların çözümsüz bırakılması karşısında, asker, görev ve sorumluluklarını anımsatmak durumunda bırakıldığı için de üzülmüştük.
Boğulmuş ve bunalmış halkın, tek şey için, laiklik-bağımsızlık-demokrasi için, Tandoğan’dan Çağlayan’a, İzmir’den Samsun’a kucaklaşmasını, “Avrupalı Dostları” pas pas yapıp geçiştirdiği zaman da üzüldük.
Asker, hem asker olarak kalmak, hem asker olarak yasaların kendisine doğrudan yüklediği görevi yerine getirmek için zorlandığını halka açıkça duyurmak zorunda bırakıldığı ve bir basın açıklaması yaptığı için üzülmüştük; Türk halkı olarak, “Türk Halkının Avrupalı Dostları’ndan daha fazla üzülmüştük. Bir farkla ki, “Avrupalı Dostları”, “demokratik hükümet”in “laiklik bahanesiyle” sınırlandırılmasına üzülmüştü, biz, demokratik görevlerin sivil kurullar ve kurumlar tarafından yerine getirilmeyerek, askerin, Anayasanın kırmızı çizgisi laikliği pas pas yapan “demokratik hükümet”in kırmızı çizgilerin içine çekilmesi için açıklama yapmak zorunda bırakıldığı için üzülmüştük.

“Üç Kıta Yedi İklime Hükmetmek”

Siirt konuşmasında, Tayyip Erdoğan, “Biz, demişti, şunu bilin ki, altı asır nasıl üç kıta yedi iklime hükmettiysek, Allahın izniyle yeniden üç kıta yedi iklime hükmedeceğiz”, söyleminde örtük (ya da gizli) kalan üç kıtaya nasıl yayıldığımızı ve yedi iklime nasıl hükmettiğimizi, Cumhuriyet’te (14 Ağustos 2007) yayınlanan “Seçim mi? Referandum mu?” adlı yazımdan aldığım paragraflarla açıklamaya çalışayım:
ABD eski dışişleri bakan yardımcısı Richard Holbrooke, 22 Temmuz (2007) seçim sonuçlarını, “Ilımlı müslüman partinin, meşruiyetlerini Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ten alan ünlü ulusalcı / milliyetçi partileri mağlup etmiş olmakla” niteledi ve bir “İslam cumhuriyeti” olan ve şeriat yasalarıyla yönetilen Malezya ile Türkiye’yi iki ılımlı islam ülkesi olarak takdim etti.
Holbrooke’un seçim sonuçlarını değerlendirmesinin kişisel görüşü olduğu düşünülemeyeceği gibi, bu görüşlerin seçim sonuçlarıyla sınırlı olmadığını da bilmek gerekir.
ABD işgali altındaki Irak’ta yeni bir anayasa yapılması gündeme geldiğinde, ABD Dışişleri Bakanı Powell, “Irak’ta da bir islam cumhuriyeti olacağını” ve bu islam cumhuriyetinin “anayasal çerçevesini” “Türkiye ve Pakistan’daki islam cumhuriyetleri” gibi, “şeriat hukukunun, Kuran hukukunun belirleyeceğini” söylediği, yani anayasal anlamda laik Türkiye’yi anayasal anlamda ve fiilen ılımlı islam ülkesi olarak nitelediği belleklerde olmalı.
NATO işgali altında Afganistan’da, ve ABD işgali altında Irak’ta, “şeriat hukukuna, Kuran hukukuna” dayalı anayasalar konmasının ardından, Büyük Ortadoğu Projesine endeksli ılımlı islama direncin temel dayanağı olan laiklik top ateşine tutulmaya başlandı. Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Lagendjik, 23 Temmuzda, Zaman’da yayınlanan demecinde, seçim sonuçlarını, “Türk ordusunun yüzüne atılan tokat” olarak niteledi, “Türk halkının, Sezer, Ordu ve Anayasa Mahkemesine karşı, AK Partiyi ödüllendirdiğini” söyleyecek denli ileri gitti. Seçim sonuçlarını Financial Times (23 Temmuz), “laikler ve ordunun dişlerine atılmış bir yumruk”; Le Soir (23 Temmuz), “Türkiye’de laikler yenildi.”; New York Times: “Türk halkı oylarıyla laikleri azarladı.” başlıklarıyla verdi.
Bir başka deyişle, Batı basınından Lagendjik’e (Avrupa Birliğine) ve Holbrooke’a (ABD’ye) değin, genel seçimler, siyasal partiler arasındaki bir seçim olarak değil, ideolojik sistemler arasında, laiklik ile siyasal islam arasında, bir referendum olarak nitelendirildi. Laikliğin yenilgisi, siyasal islamın yengisi olarak değerlendirildi.
ABD’nin “ılımlı islam” kuşatması altında, AB’nin laiklik karşıtı politikaları desteklemesi karşısında, Arap krallık ve emirliklerinin, petro-dolar arka cepte, dayattığı şeriat kıskacında, dolara, avroya, riyale teslim olmuş bir ekonominin güdülediği ekonomiye teslim olmuş seçmenin, siyasal iradesini özgür olarak ifade edebildiği söylenebilir miydi?
Siyasal iradesi özellikle de tarikat ve cemaatlerin ipoteği altına alınmış bir halkın oylarından laiklik ve teokrasi arasında bir seçim yapıldığı sonucunu çıkarmış olanlar için belirtelim ki, “meşruiyetini Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk’ten alan ulusalcı partiler”den Çankaya’ya değin laik cumhuriyetin direncini ve direnişini temsil eden kişi ve kurumların çökertilmek istenmiş olmasının nedenini, kendilerinde vehmettikleri doğaüstü güçlerde değil, önlerindeki masaya konmuş bulunan haritada arasınlar. O harita ki, Sarayı kurtarmak adına; Mondros Ateşkes Sözleşmesinin ve Sevr Andlaşmasının imzalandığı, düşmanın tek kurşun atmadan teslim aldığı yurdumuzun haritasıdır.

The Times: Türkiye Felaketin Eşiğinde

Cemil Çiçek’in, “Balkon” altından, “Bu, bizim!” dediği Anayasa, laik cumhuriyetin anayasasıydı ama, “evet” oyları, Anayasaya değil, “Başbakan Erdoğan’a verilmişti. Hükmeden/buyuran anayasa, hükmedilen buyurulan anayasa olmuştu.
Erdoğan, buraya, -kendi söylemidir- kolay gelmemişti. Nasıl ki, tasarımsal Ergenekon darbesinin ilk adı, İlhan Selçuk’un, “terörist” olarak gece yatağından alındığı (25 Mart 2008) Ergenekon’a (Erdoğan’ın sözleriyle) kolay gelinmediyse; nasıl ki, 28 Şubat (1997) kararlarının yıldönümüne-beş kala, 23 Şubattan 28 Şubata değin uzanacak olan yeni bir darbe tertibine, “dördü muvazzaf 17 amiral ve general (Endonezya örneği) bir gecede gözaltına kolay alınmadıysa…
AB (Avrupa Birliği) elçilerinin (diplomatlarının) Balyoz’u yorumları ise, yorumları, birbirinden farklıydı. Basına yansıyan genel başlık ise, “Kimse ne olduğunu bilmiyor!..” biçimindeydi.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Crowley ise, Balyoz Operasyonunu, “Türkiye’deki siyasetin ve toplumun evrimiyle” açıklamış, ve bir gazetecinin, “NATO’da, Türkiye’nin oynadığı merkezi role” ilişkin sorusunu, “ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın geçen hafta Katar’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile çok detaylı ve ayrıntılı bir görüşme yaptığını” açıklaması, izleyen gazetecileri gülümsetmiş ve onlara, Balyoz operasyonunu anımsatmıştı.
Dış basından derlenen değerlendirmeler, “Orduya en güçlü meydan okuma” başlığı altında toplanmıştı. Haftalık Newsweek’in “Balyoz” “darbe”sini analiz eden yazısı, Cumhuriyet’te “Ordu yenildi ABD islamcıları selamlamalı!” başlığı altında özetleniyordu.
Newsweek’in “Balyoz Operasyonu”nu yorumu ile The Times’in değerlendirmesi birbirinden farklıydı.
Newsweek’e göre, AKP, “en büyük rakibi olan ordunun kağıttan kaplan olduğunu” ortaya koymuştu. “AKP’nin ordu karşısında elde ettiği zafer, AB’nin ciddi kaybı olabilir”di. Ordunun gücünün azaltılması ile bağlantılı olarak demokrasinin güçleneceği” belirtilmekte, “demokrasinin güçlenmesi”yle: (1) laiklik daha demokratik bir biçimde tanımlanacak, (2) Kürt azınlığın özerklik talepleri gibi konular daha açık bir biçimde ele alınacaktı. Yazar, bu taleplere ulusal ordunun engel oluşturduğunu ileri sürüyordu.
The Times ise, “NATO’nun payandalarından biri, potansiyel AB üyesi ve Batının Ortadoğudaki stratejik müttefiki “Türkiye, bugün bir felaketin eşiğinde” diye yazıyordu. Tayyip Erdoğan’ın ılımlı islamcı hükümetiyle ordu arasındaki mevcut gerilim bir darbeyi tetikler ya da siyasi ve dini şiddeti teşvik ederse, Batının bölgesel istikrarı ve yükselmekte olan ekonomik güce dair umutların maruz kalacağı kayıp, hesaplanamaz boyutlarda olurdu. (Radikal, 2 Mart 2010.)

Şöyle başlamıştım:
Günün, günümüzün acılarından,
gözyaşlarından,
dökülen kandan, kaybolan candan;
oğlunun tabutu başında
“Suriye bizim neyimize!” diye sorgulayan acılı babaların,
ağlayan annelerin,
babasının tabutu dibinde suskun çocukların kederli bakışlarında,
soluk almakta zorlandığımızı anımsatarak…

Böyle bitireyim:
Gecemiz Mondros
Geleceğimiz Sevr
Sultanımız kindar
Cumhurumuz dindar
Halkımız naçar
Kondumuz cezaevi
Avlumuz tabut

24 Mart 2017, Ankara

  • Site İçi Yorumlar

En az 10 karakter gerekli